İLK KARA LİSTE’NİN (1987-1996) DERİN NEDENLERİ –VII – ii

O Παρατηρητής της πολυφωνίας

TARİHTEN BİR YAPRAK
 
“Halkın Adamı” Ahmet Muncura
 
Fırsattan istifade burada öbür PASOK adayımız Ahmet’ten de söz edelim. Muncura için “halkın adamı” sıfatını onun danışmanlığını yapan Yusuf İsmail hoca uydurmuştu. Yusuf hoca aynı zamanda Ahmet Muncura adına çıkarılan gazetede (adı HALKIN SESİ’ydi yanılmıyorsam, iki yıl yaşadı) yazılar da yazıyordu, gazetenin sorumlusu ise Kenan Mustafa idi. Koca Kapı azınlık insanlarını cezalandırmaya karar verdiğinde, 1987’lerde, bu ikisi de (Muncura’nın kendisini de katarsak, üçü de) cezalandırılanlar arasındaydı. Yusuf hoca İskeçe azınlık lisesinde öğretmen olduğu için onun cezası daha ağır oldu. Mesela, 10 Kasımlarda Konsolosluk’ta yapılan törenlere katılması yasaklandı. Bir Atatürkçü için ağır bir ceza. Aradan 30 yıl geçtikten sonra o travma yüzünden Yusuf hocanın hâlâ 10 Kasımda Atatürk’ün ölüm yıldönümünde Konsolosluk’ta yapılan törenlere katılmaya cesaret edebildiğini sanmıyorum. Ama Yusuf İsmail ve Kenan Mustafa niye cezalandırılmışlardı? Resmî bir açıklama yok tabiî, yorum benim. Cezalandırılmışlardı, zira Koca Kapı’nın desteklemediği bir adayın, Ahmet Muncura’nın, yanında yer almışlardı ve sormadan ve Koca Kapı’nın tekelini bozarak gazete çıkarmışlardı. Başka neden cidden bulamıyorum. Hasan Kaşıkçıoğlu’nu destekleyen kimse cezalandırılmadığına göre, demek ki o onaylı bir adaydı (!)… İroni kendiliğinden geliyor.
 
“Halkın adamı” sıfatından Ahmet’in kendisi ne anlıyordu acaba? Ne anlayacak, ben “iş bitirici” olacam demek istiyordu. Nitekim Ahmet iki kez milletvekilliği yaptı ve onun azınlık vizyonu bu iş bitiricilikten öte geçmedi. Az mı? Değil tabiî. Kapsis’in koyduğu bir limit vardı, “Azınlık mensubu kişilerin dilekçe ve talepleri en çok %3 oranında tatmin edilecektir.” Ahmet, izin, ruhsat, ehliyet, adya, pasaport ve benzeri işlerde ve %3 oranında azınlık insanına iş bitiricilik yapıyordu. %3’le yetinerek, %4’e çıksın diye bir gayret sarfetmeden. “Halkın adamı” olmak bu değildir diye sıfatını düzelttim, buna “halkanın adamı” olmak derler, o zaman Ahmet’e bu sıfatı da ben uydurmuştum.
 
 
“Gece Yarısı Ekspresi”
 
Gelelim seçim kampanyasına ve o sırada benim canımı sıkan bir başka olaya. Gümülcine kentinin en büyük ve en güzel sineması Poala’nın sahibi Pasokçuymuş. Seçimlere kaç gün kala hatırlamıyorum, bir açıklama çıkarıyor, gazeteler yazdı, aşağı yukarı şöyle: “PASOK iktidara geliyor. Yeni Demokrasi’nin valisi Foteas’ın sansürü de son buluyor. Foteas, olaylar çıkacak iddiasıyla sinemamızda ‘Gece Yarısı Ekspresi’ filminin oynatılmasına müsaade etmiyordu. 19 Ekim Pazartesi gününden itibaren iktidara PASOK geleceği ve sansür kalkacağı için sinemamız söz konusu filmi halkımıza parasız sunacaktır.” Ben filmi Atina’da seyretmiştim. Türkiye ve Türkler aleyhinde rezilce ırkçı bir film. Ama hayret bir şey. Vali Foteas bu film oynatılırsa Azınlıkta tepkilere yol açacak, hadiseler çıkacak diye korkuyor ve müsaade etmiyormuş. 8 yıldır Türk Azınlığın ensesinde boza pişirmiş olan vali, demek bizi ciddiye alıyormuş. Hayret bir şey! Ciddiye alınmaktan gurur ve vali Foteas’a ilk defa bir sempati duydum (!). Poala’nın bu açıklamasına küçük bir yorum yazdım, Haki’ye verdim, İLERİ gazetesinde imzasız yayımlanmak üzere. İmzasız yazmak, hiç yapmadığım şey. Pasokçu arkadaşlarla aramda tadsızlık çıkmasını istemiyordum, onun için imzasız. “PASOK kazanırsa, zaferini, bakın, Poala nasıl kutlayacakmış. Poala, şehrimizde oynatılması sakıncalı gürülen Türk düşmanı bir ırkçı filmi parasız gösterime sunacağını ilan etti. Bu başlangıç, arkasından daha neler geleceğini de gösteriyor…” gibilerden bir yorum. Tüm PASOK’tan beklenenin üstünde tepkiler geldi, hem Azınlık kesiminden, Hasan ve öbür arkadaşlardan, hem de Çoğunluk kesiminden. Bu PASOK’u hedef alan bir provokasyonmuş, Y.D.’den gelen, Haki bunu yayımlamak için kaç para almış… İsmimi yazmadığıma pişman oldum, sonradan da açıklamak istemedim. Zavallı Haki bir hayli çamur yedi, ama içinden herhalde gülümsüyordu. Sonraki gelişmeleri pek iyi hatırlamıyorum, ama PASOK il yönetimi Poala’dan yeni bir açıklama çıkarttı, ilk açıklamanın yanlış yorumlandığını söylüyordu, ve sanırım o film de sonunda gösterime sunulmadı. Velhasıl, benim o imzasız küçük eleştiri amacına ulaşmıştı.
 
 
Kampanyaya devam etmedim
 
Seçimlere bir hafta kala Hasan’a bende vicdanî bir sorun ortaya çıktığını, bunu aşamadığımı, bu yüzden artık seçim kampanyasına katılmayacağımı ve köylere propagandaya gelmeyeceğimi söyledim. Bir gün sonra Hasan beni muayenehanemde ziyaret etti. Seçim propagandasına tekrar katılmamı istiyordu ve Recep abiden (Karapaça’dan) selam getirmişti. Köy ziyaretlerine devam etmemi Recep abi de rica ediyordu. Ama bern kararımı vermiştim.
 
 
Koca Kapı'nın “direktifi”
 
İnan olsun, R. Karapaça’nın bu dolaylı müdahalesini Konsolosluğun-Koca Kapı’nın bir arzusu veya “direktifi” olarak değerlendirmedim, öyle bir şey aklımdan bile geçmedi. Böyle olduğunu şimdi durumları sorguladığım için düşünmeye başladım. O zaman bunu niye görmedim? Bu kadar safdillik olur mu? Olur. Zira ben o zaman daha Konsolosluğun Azınlıkta seçimlere müdahale edebileceğini tahayyül bile edemiyordum. Bu olay bana o kadar mantıkdışı ve riskli geliyordu ki, Türkiye’nin böyle bir şeye teşebbüs edebileceğini düşünemiyordum. Çünkü buna hem ihtiyaç yoktu, hem de böyle bir müdahale gerek Azınlığı gerekse Konsolosluğun kendisini boşu boşuna saldırılara açmak demekti. Konsolosluğa bir şey yapamazlardı. Ama Azınlığın emdiği südü burnundan getirirlerdi, Türkiye bunu düşünmeyecek miydi?
 
Tabiî sürekli bu yönde iddialar ortaya atılıyordu, ancak Cunta düştüğünden bu yana Azınlık ve Konsolosluk aleyhinde o kadar akla mantığa sığmayan şeyler söyleniyordu ki, bunların hiçbirine değer vermiyordum. Azınlık insanlarının son teknolojik verici ve alıcılarla casusluk yaptığından tutun da silahlandığına ve Rodop dağlarında askerî eğitim gördüğüne kadar. Hem de bunları iddia edenler arasında metropolitler ve Trakya Üniversitesi rektörleri bulunuyordu. Ben bunlarla basında çatışıyordum.
 
Böyle bir olayı hatırladım. Eski rektörlerden biri, adı şimdi aklıma gelmiyor, arşivlerimi karıştırsam bulacağım, Azınlığın elinde bilmem kaç bin savaş silahı Kalaşnikof olduğunu iddia etmiş. Bir savaşta veya bir ayaklanmada bu silahları kullanmaya hazırmışız. Bunu koskoca bir rektör söylüyordu. Okuduktan sonra öfkelendim tabiî. Öfke de ne demek. A be keraneci, madem biliyorsun, git polise ihbar et, yerini de göster, bulsunlar silahları biz de görelim. Ve bunları Atina basınında yazıyordu. Bir yanıt yazdım, ve diğerleri yanında dedim ki, “Sıkarsa, Azınlığın elinde şu kadar bin savaş silahı var iddiasını tekrarla ulan, sonraki gün hakkında yalan haber yaymak ve iftira etmekten dava açmazsam namertim. Sıkarsa tekrarla. Ve ispat et silahların varlığını.” Rektörden mık! Aylar sonra bir cevap okudum, faşist bir dergide, “Türkler beni tehdit ediyor, ama ben kimseden korkmuyorum” falan filan. Ama silah lafını ağzına almıyordu.
 
Şimdi kendi kendime şu soruyu soruyorum. Dolaylı bir “rica” yerine, beni çağırmış olsalardı da doğrudan “direktif” verselerdi, “Bak, biz Hasan Kaşıçıoğlu’nun seçilmesini istiyoruz, Ahmet Muncura’yı istemiyoruz. Sen bu seçim kampanyasında lazımsın, onun için şu vicdan micdan sorununu aş bakalım, takıl yine Hasan’ın arkasına. Bir hafta sonra bu makamı ziyarete geldiğinizde Hasan mebus olarak gelmelidir.” diye, o zaman ne yapacaktım?
 
Salepçi’yi çağırıp ona söylediklerine, ancak bana söylemediklerine göre, demek ki benim cevabımın ne olacağını biliyorlarmış. İşte burada Kara Liste’ye girmek için, o imtiyaza sahip olabilmek için (!) aranan şartlardan biri ortaya çıkıyor: Görüş sahibi olmak.
 
 
İbram Onsunoğlu / Tiken.net

google-news Ακολουθήστε το paratiritis-news.gr στο Google News και μάθετε πρώτοι όλες τις ειδήσεις.