“Dimokratia” gazetesi; Popülizmin nereden vuracağını kestiremezsin – II

Bir hayli uzun olan o f/b paylaşımlarımı Karaiskos’un “turkika nea” sitesi Yunancaya çevirmiş. Birçok başka site oradan alıp paylaşmış. Böylece o notlar Yunanca çeviri olarak oldukça büyük bir dağılıma hedef olmuş. “Dimokratia” gazetesi de oradan almış. Ama bir tek o öyle keyfî bir sonuç çıkarmış. O kadar ilgi çekeceğini bilseydim, Yunanca da yazardım. 
 
Sadık, İstanbul’daki “terbiye olayından” sonra, onu Azınlığa dayatan, diken ve hep destekleyen Derin Devlet tarafından da artık terkedildiğini anlamıştı. Artık onu Abdullah Çatlı bile kurtaramazdı. Destekçisi Derin Devlete güvenerek Aga’yı tehdit etmişti, “Ben de seni seni besleyen kapıda terbiye ettirmezsem…”. Seçmeni de ona güvenerek tehdit ediyordu, “Bana oy vermeyeni sınırda MİT arabası bekliyor”. Narlıköydeki seçim konuşmasında, besbelli Yassıköy’lü Nazif Ferhat’a gönderme, “O solcuların Öte’de ayaklarını kırdırtacağım.” diye solcuları tehdit ediyordu. Ondan öteden beri hiç hoşlanmayan, ama Koca Kapı’ya bağımlı olduğu bilinen bir ortak arkadaşımızın yüzüne karşı “Reyini sike sike bana vereceksin” demişti. Sonra seçimlerde o arkadaşın ailesiyle birlikte gerçekten Sadık için seferber olduğunu gördüğüm zaman içimde beliren duyguları nasıl tarif etsem ki. 
 
Sadık’ın nerelere kadar varabileceğini gösteren bir olay daha anlatayım. Başkonsolosla kavgasından sonra azınlık insanlarına “Konsolosluğa gitmeyin, orası Yunanlılara hizmet ediyor, bir sorununuz varsa bana gelin, ben halledeceğim” diyordu, başkonsolos Osman Durak’ın bana anlattığına göre. (Aradan 20 yıldan çok bir süre geçmesiyle “millî sır” hususiyetini yitirdiği için ifşa ediyorum (!)…) 
 
Daha önce Dışişleri tarafından terkedilmişti, başkonsolosla kavga ettikten ve onu tehdit ettikten sonra. Ve ilk “terbiye operasyonu” o zaman uygulamaya kondu. Sanki bir yerden emir verilmişçesine (!), Azınlıktaki tüm kurum ve kuruluşlar, dernekler, gazeteler, “seçkin kişiler” Sadık aleyhinde kınama çıkarmaya başladılar. Herkes Ana Vatanın buradaki temsilciliğine karşı saygısız davrandığı için duyduğu kutsal öfkeyi dile getiriyordu… kınamaların içeriklerini pek hatırlamıyorum şimdi. Ama bu yakınlarda öğrendim, o da kınama çıkarması için eski mebus Ahmet Mehmet Muncura’ya bile en resmî ağızdan teklif gitmiş. Karalisteli Muncura’dan bile medet ummak, bu hal Konsolosluğun ve genel olarak Dışişlerinin Derin Devlet karşısında düştüğü aczi göstermiyor mu? 
 
Bana ve Trakya’nın Sesi’ne –orada yazıyordum, herhangi bir ödün karşılığı (!) Sadık aleyhinde kınama çıkarmamız için teklif gelmedi ve bu konuda bir pazarlığa (!) oturmadık. Ama biz zaten daha ilk gününden (bugüne kadar) itibaren Sadık’ın Derin Devlet tarafından devlet terörü yöntemlerine başvurmaktan çekinmeden Azınlığa empoze edilmesine karşı çıkan ve biat etmeyen tek gazeteydik. Sadık o dönem selam verecek insan bulamazken, durumla alay ederek “Tamam, artık Sadık’ı bile savunmaya başlayabiliriz, o iş te bize düştü” diye yazmıştım.
 
Ama Dışişlerinden onaylı bu kınamalar Sadık’ı pek ırgalamadı. Zira arkasında “dev gibi” bir Derin Devlet vardı. Ve Sadık, Derin Devletin üstüne titrediği yaratığıydı. Resmî devlet ve Dışişleri ile Derin Devlet çatışıyor ve Dışişleri mağlup oluyordu. Azınlık konusunda daha birkaç kez resmî devletin Derin Devlete yenik düştüğüne tanık olmuşumdur. Konsolosluğun da Azınlık Mafyasına yenik düştüğü birçok olaylar yaşamışımdır. Azınlık Mafya Takımı deyip te küçümsemeyin. 
 
“Tüm Azınlık” onun aleyhinde kınama çıkarmışken, 1995 yılı koşullarında TGRT kanalına azınlık konusunu tartışmaya çağrılır mıydı hiç, Derin Devletin parmağı olmasaydı? Ona, hadi şimdi, Türk kamuoyu önünde kendini aklamaya, kurtarmaya çalış deniyordu. Sadık, kendisini mahkum eden o sözleri aslında aklanmak için sarfetmişti. M. E. Aga ve A. Faikoğlu’na hain derken bunu Azınlığın Türkçülük çıkarlarını savunmak için söylüyordu. Türk Dışişlerini Yunanistan’da misyonunu yapmamakla suçlarken Türk milliyetçiliği açısından suçluyordu. Gümülcine başkonsolosunu Yunanlılarla işbirliği yapıyor diye ihbar ederken Türk milliyetçisi ve Türkiye çıkarlarının savunucusu konumunda olduğuna inanıyordu. Ve takdir ve alkış bekliyordu. Sadık’ın mantığı buydu (4). Kendisiyle önemsiz bir konuda çatışan, ancak genelde anlaşamayan bir başkonsolosu bu yüzden Yunanlılarla işbirliği yapıyor diye ihbar etmesinin hiçbir inandırıcılığı olmayacağını anlamıyordu. Azınlığa ne kadar nüfuzlu olduğunu göstermek için Dışişlerinden başkonsolosu Gümülcine’den uzaklaştırmasını ısrarla talep ediyordu. Yunanlılarla işbirliği ithamının “vatana ihanet” suçu oluşturabileceğini düşünmüyordu veya konunun bu boyutuyla ilgilenmiyordu. Onun için en öncelikli şey, hırsını tatmin etmekti. Azınlıktan bu kadar kişiyi hep hain olarak suçlamamış mıydı? (5) Şimdi bir de başkonsolosu suçluyordu. Eh konsolos olmuş ta ne olmuş. O başkonsolos zaten hain değil miydi? (6) Kendisiyle çatıştığına göre başka ne olabilirdi ki?
 
İstanbul’daki “terbiye operasyonundan” sonra Sadık’ın gagası düşüktür. Her şeyini Derin Devlete borçluydu, ama o da şimdi kendisini terkediyordu. Çevresindeki birkaç kişiye artık çekileceğini ve politikayı bırakacağını söyler. 
 
Peki Koca Kapı cephesinde neler oluyordu? Dışişleri, Sadık belasından nihayet kurtulma zamanının geldiğine inanıyordu. Sadık karşısında Gümülcine’deki memurunun itibarını korumak için görev süresini bir yıldan çok uzatmıştı. Televizyon programındaki hakaretlerden sonra kalıcı önlem alınmasını ve bu işe bir son verilmesini istiyordu. “Terbiye operasyonuyla” yetinilemezdi. Tabir caizse, “sini üstünde kellesini” istiyordu.
 
Derin Devletin eğilimi ise, “burnunu sürttük, şimdilik yeter” şeklinde biçimleniyordu. Sadık kendi yaratığıydı. Azcık mı çaba sarfetmişlerdi? Bunca uğraş ve seferberlik, bunca kirli işler, kısacası bunca yatırım Batı Trakya’da, Türkiye’de, Almanya’da boşa mı gidecekti? Onu medyada öne çıkarmalar, ödüllendirmeler, şereflendirmeler, fahrî doktorluklar ve TBMM üyelikleri, uluslararası forumlara taşımalar ve Azınlığı peşine takmalar ve bunca masraflar hep boşa mı gidecekti? Dışişlerinin talep ettiği gibi cezlandırıp Türkiye’ye girişi yasaklanırsa Türkiye’deki ve Azınlıktaki kamuoyu önünde bunu nasıl gerekçeleyeceklerdi? Dünkü kahraman, bugünkü hain, olur muydu? Gerçi Sadık tercih edildiği misyon için fonksiyonunu tamamlamıştı. Artık terkedilebilirdi. Ama derin Devlet onu harcamaya kıyamıyordu.
 
“Allahım sen bizi bu zor durumdan kurtar.” Bir itiraf: “İlahî adalet olduğuna inanmazdım. Bu olaydan sonra inandım.” 
 
Birkaç hafta sonra Gümülcine İskeçe Yaka yolunda Susurköy bölgesindeki bir trafik kazasında Sadık Ahmet hayatını kaybetti.
 
Ondan sonra ne varmış ne yokmuş. Başlatılan süreç donduruldu. Derin Devlet Sadık’ın ölüsüne yeni bir misyon belirledi (7). Dışişlerinin de artık itirazı yoktu. Sadık Ahmet büyük kahramandı. Türklüğün yetiştirdiği büyük devlet adamı. Büyük düşünür. Büyük mücahit. Azınlığı kurtarmıştı. Destan yazmıştı. Onun gibisi yoktu. Azınlığın Atatürk’üydü. Pardon, Erdoğan’ıydı. Türkiyeliler her yıl 24 Temmuzda bu sözleri yinelemeye Gümülcine’ye geliyorlar. Azınlık ta ne yapsın, inanırmış gibi yapıyor. Sadık daha önce hain ilan edilmeye hazırlanıyordu. Hain ilan edilseydi ona da inanacaktı. Daha doğrusu inanırmış gibi yapacaktı.
Susurköy’den 15 ay sonra Türkiye’de Susurluk’ta bir başka trafik kazasında Abdullah Çatlı hayatını kaybediyordu. En büyük Derin Devlet çetelerinden birinin elebaşısı, kırmızı bültenle aranan ülkücü katil, Sadık’ın kadim arkadaşı. Ha Susurluk ha Susurköy. İlahi adalet çifte tecelli edermiş derler. Bu ilahi adalet değil de neydi?
 
Tabiî Susurköy’le ilgili sorulan ilk soru: Kaza mıydı, suikast mıydı? İkinci soru: Suikast ise, hangi istihbaratın işiydi? Yunanın mı, Türkün mi? Üçünci soru: İki istihbarat servisinden hangisi onu daha çok öldürmek istiyordu? İstihbarattan önce onu öldürmek isteyen özel kişiler kimlerdi? Sayayım mı, şöyle bir 20-30 kişi, kendimi en başa koyarak (!!)? Biri diğerinden onu daha çok öldürmek isteyen 20-30 kişiyi? Mesela M.E. Aga’nın eline böyle bir fırsat geçseydi, kaçırır mıydı sanıyorsunuz (!!)? Soruların arkası kesilmiyor.
 
Şamil Tayyar diye bir yazar var, AK Parti Gaziantep milletvekili. Yıllar önce bir kitabı çıktı, başlığı PUSU. Orada Türkiye’de siyasilerin şaibeli trafik kazalarında meydana gelen ölümlerini anlatmış, altında MİT’in olduğu iddia edilen. Çıktığı zaman okumuştum, şimdi elimin altında değil. Aklımda kalanı aktarıyorum. Şamil Tayyar diyor ki: “Her istihbarat servisinin uzmanlaştığı bir suikast yöntemi vardır. Ateşli silah, zehir vs. Bizim MİT’in uzmanlaştığı yöntem trafik kazalarıdır.” Ve kitabında MİT’e atfedilen trafik kazalarını ve ölen -öldürülen siyasileri anlatmış. Susurköy kazası da orada, Susurluk ta orada. Gerçi iddiası ile ilgili hiçbir kanıt yok.
 
“Dimokratia” gazetesinin haberi olsaydı beni bırakır, Şamil Tayyar’a sarılırdı. 

 
İbram Onsunoğlu / Barikat Online

(4) Başka bir örnek vereyim. Askerlik hizmetini yaparken bir sabah “anaforada” kendisine çok kızdığı yüzbaşıyı kışla komutanına “askeriyeden petrol çalıyor” diye ihbar eder. Hem yüzbaşının cezalanmasını hem de bir hırsızlık olayını ifşa ettiği için kendisine takdirname verilmesini beklemektedir. “Ay bu Müslüman asker ne kadar dürüst ve vatansevermiş, aferin! Hiç te dosyasında anlatıldığı gibi değil.” gibilerden. Ama asıl hedefi kendisine zor günler yaşatan yüzbaşıdan intikam almaktır. Ancak “Sen ne iyi Yunan askerisin” diye takdir yerine, komutandan 20 gün “filaki” (fazla askerlik) cezası yer. Bu kez ihbarı tümen komutanı generale yapar. Soruşturmalar başlar, yüzbaşı aklanır, kendisine “iftira edilmiştir”, Sadık bu kez generalden bir 40 gün daha “filaki” yer. Gümülcine’de Sadık’la karşılaştık ve bu macerasını anlattı. Şimdi ihbarını daha daha yüksek yere yapmaya hazırlanıyordu, gerekirse doğrudan Savunma Bakanına. Yıllar 1975. O dönem askere giden bizler için dosyalarımızda “Türk casusu” olduğumuz kayıtlıdır ve ona göre de muamele görmekteyiz. Vazgeçirmeye çalıştım, devam ederse daha çok ceza yiyecek diye ikaz ederek. Şimdi böyle damgalı bir erin ihbarıyla Yunan ordusu bir subayını cezalandırır mıydı? Hele tümen komutanı bir general yalancı çıkarılır mıydı? “Vatansever bir Yunan askeri olduğunu kanıtlamak istiyorsan, senden bunu isteyen yok.”… Böyle savlarla vazgeçirmeye çalıştım.

(5) Olayı anlatmıştım, bir kez daha anlatacağım. Yüksek Tahsilliler Derneği genel kurulu, 1990 mı, 91 mi kesin hatırlamıyorum, salonda 40-50 kişiyiz. Koca Kapı’nın daha Derneği tam olarak istila edemediği dönemi yaşıyoruz ve onun için genel kurullar canlı ve tartışmalı geçiyor. İstila tamamlandıktan sonra şimdilerde olduğu gibi her şeyin itirazsız geçtiği Stalin yönetimindeki merkez kurulu havası yok. Dernek Başkanı Gündem gazetesi sahibi Hülya Emin ile Sadık bir süredir çatışıyorlar. Sadık, Derneğin bir etkinliği için kendisine davetiye göndermedi diye Hülya’dan hesap soruyor. Azınlıktan 30 bin oy almış ona nasıl davetiye gönderilmezmiş! Hülya, etkinliğin genel bir çağrıyla kimseye davetiye gönderilmeden yapıldığını söylüyor. Konuyu daha önce de aralarında tartıştıklarını anlıyorum. Sadık havayı geriyor. Hülya’nın canı sıkılıyor. “Ama konsolosa ve valiye davetiye gitmiş, bana niye yok?” Hülya da “İstediğime yollarım, istemediğime yollamam” diye kestirip atıyor. “O zaman ben de seni HAİN ilan ediyorum!” diye haykırıyor Sadık. Ben arka sıralardayım, “A be bu keraneciyi susturacak yok mu” diye yerimden fırlıyorum, Galip omuzlarımdan tutup yerime oturtuyor, “Yapma, kavga çıkacak.”… Bütün bunlar Hülya’nın kocasının gözleri önünde cereyan ediyor. “Dernek üyesi olmadığım için genel kurula saygıdan o an müdahale etmedim” diyor. Genel kurul sona erdikten sonra Sadık’ı Hülya’nın kocasının elinden zor kurtardık. 

(6) Bir başka örnekle daha Sadık’ın çarpık mantığını açıklamaya çalışacağım. 1985-89 Mehmet Müftüoğlu milletvekilidir. 1989 Haziran seçimleri için Derin Devlet yoğun bir hazırlık içindedir ve düzenlediği “bağımsız listeler”in önündeki önemli tehlikelerden biri YD’li milletvekili Müftüoğlu’dur. O yüzden en çok vurulması gereken adaydır. Derin Devlet ve uşakları ona erkenden saldırıya geçerler. Koskoca bir mekanizma bu, birkaç bin kişiden oluşan. Türkiye ve Almanya’dakiler ise ayrı. Hemen aleyhte söylentiler ve yazılar başlar. Milletvekilliğinden düşmeden Kara Listeye alınır, hainliğinin ilanıdır bu. Sadık ailesinin en yakın dostudur M. Müftüoğlu ailesi. Sadık gidip gelmeleri pat diye durdurur. Ancak partisi Yeni Demokrasi Müftüoğlu’nu aday yapmaz, onun yerine Hasan İmamoğlu aday olmuştur. Müftüoğlu azınlık konusunda bir disiplinsizliği yüzünden partisi tarafından cezalandırılmıştır, görülmedik şey ama olmuştur. Böylece Müftüoğlu aday olmayinca aleyhindeki bütün kampanya da boşa çıkmıştır. Hatta Müftüoğlu ve Hafız Yaşar bağımsız listeyi destekleyen bir ortak açıklama da çıkarırlar. Bu açıklama hiçbirini kurtarmaz. Azınlık, Koca Kapı’dan faşizmin ne olduğunu öğreniyordu. 15 yıl önce devrilen 7 yıllık Yunan Cuntasının çok hafif kaldığını görüyorduk. Ancak beş ay sonraki erken seçimlerde Müftüoğlu bu kez adaydır. Azınlığın nasıl bir çıkmazda sıkıştığını ve nasıl “faşistleştiğini” daha farketmemiştir, farkettiğinde şoke olacaktır…. Sadık’ın sevgili çamuru “gâvurcu” sıfatıdır, Celal Bayar’dan, Yurt’tan ve Selanik’ten agası Müftüoğlu’na bu çamuru atıp durmaktadır, aralarında en ufacık bir şey geçmediği halde. Sadık, o “ünlü” mahkemesi öncesi Müftüoğlu’nu avukatlık bürosunda ziyaret eder, onu hayrete düşürerek. Mahkemesine şahit olarak gelmesini istemektedir. Şunu da ekleyelim. Sadık imza kampanyası yüzünden polisle sorun yaşamaya başladığında, Dedeağaç’ta yakalanıp gözaltına alınır. Müftüoğlu milletvekilidir ve Dedeağaç’a koşar, sorumluluğu üzerine alarak Sadık’ın tahliyesini sağlar. Müftüoğlu anlatıyor: “Beni ziyaret edişine hayret ettim. Ne istediğini söyleyince daha çok hayret ettim. Cüret, thrasos! Tamam be Sadık, ama sağdan soldan kulağıma geliyor, benimle ilgili gittiğin yerlerde “gâvurcu” diyormuşsun, doğru mu? Sıkışır gibi oldu, hık mık. Sonra, sesini yükselterek, evet dedi, öyle diyorum. Gâvurcu değil misin? Bre alçak, dedim, hangi yüzle beni mahkemene şahit yazılmamı istemeye geldin? Ha siktir burdan! Ve grafiodan kovdum. Bu yaşa geldim, daha kimseye el kaldırmadım. Ama Sadık’ı içimden dövmek geldi. Kalbimden ameliyatlı olmasadım dövecektim. Bu çöcüğün davranışını nasıl yorumluyorsun be doktor? Hasta mıdır bu?” 

(7) Başkonsolos itiraf ediyor: “Biliyor musun, ölümünün 3. günü akarabaları buraya geldi, lokantada son yediği yemeğin makbuzlarını getirdiler, parasını tahsil etmek için…” 1995’lerde mebus değildir ve yemek masraflarını bile Koca Kapı çekiyormuş. “Yutmuyoruz” diye bir kez daha haykırmak için yazıyorum bunu, biraz utanarak. FAŞİZMLE AZINLIĞA DAYATILAN HİÇBİR ŞEYİ YUTMAYACAĞIZ!

google-news Ακολουθήστε το paratiritis-news.gr στο Google News και μάθετε πρώτοι όλες τις ειδήσεις.