“Dimokratia” gazetesi; Popülizmin nereden vuracağını kestiremezsin – I

Sağcı popülist bir Atina gazetesi olan “Dimokratia”, 5/8/2017 Cumartesi tarihli sayısında haberi manşetten vermiş: “Sadık’ı Ankara infaz etti”. Bunu iddia eden kişi olarak ta beni gösteriyor. Bundan iki hafta önce facebook’ta yaptığım paylaşımlara dayanarak ve orada yazdıklarımdan içinde koskoca bir sayfa ayırarak. 
 
Yanıt vermek farz oldu.
 
Ben böyle bir şey iddia etmedim tabiî. Yoksa elimde öyle kanıtlar olsa, açıkça çıkıp söylerim, ima ederek değil, “Dimokratia” gazetesi aracılığıyla hiç değil. Gerçi gazeteyi dikkatlice okuyan, bu iddianın benim tarafımdan ileri sürülmediğini, gazetenin kendi uyduruğu olduğunu anlıyor (1).
Hatırlatayım, olayı baştan anlatmaya başlayarak. “Trakya’nın Sesi gazetesi” sitesi, Sadık Ahmet’in 22. ölüm yıldönümü ve onunla ilişkili olarak Koca Kapı’nın Azınlığa dayattığı etkinlik münasebetiyle, 16 Mart 1995 tarihli eski matbu Trakya’nın Sesi gazetesindeki bir yazıyı yeniden yayımlamış.
 
Yazı, on gün önce, yani 5 Mart 1995 tarihinde TGRT televizyonunda yapılan ve Sadık’ın da katıldığı bir tartışmanın dökümü. Programın adı Milletin Meclisi. Yazıda o programda özellikle Sadık’ın söylediklerine vurgu yapılıyor. Koca Kapı’yı da meşgul eden, Azınlığa da baş belası olan psikopatolojisinin bir bölümü ifşa ediliyor. Psikopatolojisinin diğer bölümleri için başka kayıtlı konuşmalarına ve söyleşilerine başvurmak gerek. Onun hiçbir söyleminin niye ortalıkta dolaşmadığını sanıyorsunuz?
 
Sadık kazandığı iki seçim zaferinden sonra, Koca Kapı’nın yalnızca kendisini destekleyeceği Azınlığın “tek lideri” olmak sevdasına düşer. Kim? Derin Devlet kendisini Azınlığa dikinceye dek hiçbir azınlık kavgasının içinde yer almamış, hep kenarcığında durmayı yeğlemiş ve izlediği ilkesi kendi deyimiyle “Ben politikadan anlamam, var mı bana para kazanmak” olan ve “Bizim millet kazıklanmaktan anlar” diyen ve bunu uygulayan marjinal ve sorunlu bir şahsiyet. 45’ine doğru Azınlık sorunlarını keşfedince Azınlığın en büyük sorunu kendisi olmuştu. Derin Devlet onu azınlık dışı bir konuda belirli bir amaçla kullanmak için seçmişti. Neyse, herbiriyle kavga ettiği ve hiçbiriyle konuşmadığı Takımın önde gelen tüm üyelerini (Hasan Hatipoğlu, Mehmet Emin Aga, İsmail Rodoplu, İbrahim Şerif, Ahmet Faikoğlu ve diğerlerini) bertaraf etmek ister (2). Kendi gücü buna yetmez. Erk Koca Kapı’dır. O kişilerin bertaraf edilmelerini Koca Kapı’dan ister. Talebi tabiî kabul görmez. Dönemin başkonsolosuyla İskeçe’de M.E. Aga yüzünden bu çerçevede kavga eder, olayı anlatmıştım. Ve başkonsolosu tehdit eder, “Ben de seni Gümülcine Başkonsolosluğundan geldiğin köyüne sürgüne göndermezsem, bana da Sadık demesinler!”… Derin Devletin desteğine o kadar çok güvenmektedir. Başka türlü böyle tehdit savurmaya nereden cesaret edecek? 
 
(Dikkat ederseniz, Sadık, devlet çetesi üyesine özgü bir cüretle konuşmaktadır. Mübarek bir başka Abdullah Çatlı. Bu noktada onun Abdullah Çatlı ile yakın ilişkileri mercek altına alınması gereğinden söz edebiliriz. Sadık mebus olduktan sonra zırt pırt Almanya’ya niye gidiyordu? Orada Çatlı ile kaç defa görüşmüştür? İstanbul’da kaç defa görüşmüşlerdir? Bu ikisi ne işler çeviriyorlardı? Çatlı onu mebusluk sıfatından yararlanarak hangi işlerde kullanmıştır? Kırmızı bültenle aranan Çatlı’ya yakalanma tehlikesine rağmen sahte pasaportla Almanya’dan Gümülcine’ye Sadık’ın cenazesine katılmayı göze aldıracak kadar aralarındaki derin bağın içeriği neydi? Yalnızca ideolojik mi? Sadık’ın Çatlı’nın çetesinden nasıl yararlandığı bir olayı biliyoruz. Bildiğimiz bir başka şey de Susurluk skandalından sonra Meclis araştırmasında ifade veren Çatlı’nın şöförünün söyledikleridir: “Abdullah Çatlı ile Sadık yakın arkadaştılar. Sadık İstanbul’a geldikçe hava alanından onu arabama alıp Çatlı’nın dairesine götürüyordum.” Nasılsa basına sızdırılan bilgi bu kadarcık. Meclis tutanaklarında daha neler kayıtlı?) 
 
Ondan sonra Sadık’ın artik ölünceye dek tek hedefi vardır, ne yapıp yapıp başkonsolos Hakan Okçal’ı Gümülcine’den sürdürmek. Zamanı gelip gitmesini bekleyemez. Ne kadar sözünde durduğunu göstermek için mi, “tek lider” olmasının önünde en büyük engel onu gördüğü için mi. Aralarındaki gerilim yüzünden Konsoloslukta artık babasının çiftliği gibi rahat hareket edememekte ve bundan çok rahatsız olmatadır. Ama Derin Devletin bile hayır deyip yapamayacağı şeyler vardır. Sadık’ın kaprisi için bir başkonsolosu “vatan haini” ilan edemezdi, M.E. Aga ve A. Faikoğlu’nu harcayamazdı. Ancak Sadık bunu anlamıyordu. 
 
Benim anlamadığım ise Koca Kapı’nın Sadık’ı niye anlayamadığıydı, hep şaşıp kalmışımdır. MİT içinde bir Hafız Yaşar kadar insan tahlil eden çıkmamış, rahmetli Hafız Yaşar onları ikaz ettiği halde (3).
 
Söz konusu televizyon programı, yanılmıyorsam, başkonsolosla kavgadan (?)… sonra yapılıyor, ve Sadık’ın hedefinde hâlâ başkonsolos Hakan Okçal vardır. Programda onu, isim vermeden, Azınlıkta Türklük aleyhinde çalışan kişilerle işbirliği yapmak (Aga ile Faikoğlu’nu kastediyor ve tarif ediyor), Ankara’ya yalan ve yanlış rapor yazmak, kişisel çıkarları doğrultusunda hareket ederek Ankara’yı aldatmak, ve en ağırı onu Yunanlılarla işbirliği yapmakla suçluyor. Bütün bunlar özetle “vatan haini” demektir. Başkonsolosu görevden alınması için Dışişlerine şikayet ettiğini anlatıyor, hem Ankara’ya hem de Atina’ya büyükelçiliğe gidip yakınmış ve uzaklaştırılmasını talep etmiş. Ama onu dinlememişler, bu yüzden Dışişlerini eleştirip kınıyor. Dışişleri politikası nasıl yürütülmeliymiş bu konuda akıl veriyor. Haddini bilmeyen bir cahilin saçmalıkları, ama aşırı milliyetçilik ve Türkçülük ambalajıyla servis ediliyor, geri zekalı bir ırkçının kulağına hoş gelecek şekilde. Yunan vatandaşı bir azınlık mensubu ve Yunan parlamentosu üyesi olmanın kaygısı diye en ufacık bir iz dahi yok. “Benim gibi Türkçüyü ve Türkiye’nin çıkarlarını savunucuyu Türkiye’de arasanız bulamazsınız” diye haykırıyor. Ve ekliyor: “En taşkın bir ülkücü benimle yarışamaz!” Ondan sonra bu adamın Yunanistan’da Türk Azınlık çıkarlarını savunabileceğini mi sanıyorsunuz? Ama zaten Sadık Derin Devlet tarafından Azınlığın çıkarlarını savunması için tercih edilmedi ki. Ne için tercih edildi? Başka bir yazıda onu da anlatacağım. 
 
Mustafa Çolak T.S.’nin bu yayınını f/b’ta paylaşmış, ben orada gördüm. Bana göre genç kuşakların 22 yıl sonra yazıda dile getirilenleri tam anlayabilmesi için bazı açıklamalara gerek vardı, ama Sadık hakkında bir kez daha konuşmak istemiyordum ve vazgeçtim. Sonraki gün T.S.’nin aynı yazısı birkaç kez yine karşıma çıktı. Ayrıca Koca Kapı’nın dayattığı fiesta ile ilgili bir sürü şey okudum, katılmam için bana bile e-mail attılar. “Yutmuyoruz!” diye haykırmak geldi içimden. Bu “tahrikler” karşısında fikir değiştirdim ve televizyon tartışmasında Sadık’ın söylediklerini daha anlaşılır kılacağına inandığım bilgileri f/b’ta paylaşmaya karar verdim ve paylaştım. Aslında A. Dede’nin o eski yazıyı yeniden yayımlayışının nedeni de zaten “Yutmuyoruz!” diye haykırmak içindi.
 
F/b’a eklediklerim bayağı uzun olmuş. Tartışmaya konu olan noktayla yetinelim. Sadık Ahmet kendini bilmezlikte sınırı iyice aştıktan sonra, 1994 ve 1995, onu bir “terbiye etme operasyonu” düzenlendi. Söz konusu televizyon programından kısa bir süre sonra operasyonun İstanbul’daki ikinci ayağında (daha önce Gümülcine’deki birinci ayağı da var) bu iş için Mustafa Hasanoğlu -Tokuç Mustafa, seçildi, Celal Bayar’dan (ve benim ayrıca Kırmahalle’den) agamız, bu yılın başında Bursa’da öldü. F/b paylaşımlarımda, üç ayrı görgü tanıdığından dinlediğim şekliyle, İstanbul’daki bir toplantıda Tokuç Mustafa’nın onu kendine özgü bir biçimde, yani ağza alınmaz ağır küfür ve hakaretlerle nasıl “terbiye ettiğini” anlattım. Tabiî kendi inisiyatifiyle değil, Derin Devletin direktifiyle.
 
Sahne, Sadık’ı daha bir küçük düşürmek için, Takımın öbür üyelerinin huzurunda cereyan ediyor, Hasan Hatipoğlu, İsmail Rodoplu ve daha birçokları gibi. Onlar da defalarca Sadık tarafından hakarete uğradiklari için sahneyi zevkten dört köşe seyrediyorlar. “Sen kahramanımıza ve liderimize hakaret edemezsin” diyen yok. Tersine, İsmail Rodoplu’nun anlatışına göre, öbürleri de fırsat bu fırsattır diyerek, intikam almak için kendilerini “dayak yiyen Sadık’a birer tekme vurarken” hayal ediyorlar. Çünkü Sadık’ın çevresindeki Takımın içindeki ve dışındaki bütün insanlarda uyandırdığı duygu ve arzu bu. Tokuç Mustafa bir de tehdit savuruyor: “Seni buradan 6. kattan aşağıya atarım ve sonra intihar etti derim”.
 
“Dimokratia” gazetesi, bu “terbiye ve tehdit” olayının üzerinden iki ay bile geçmemişken Sadık’ın trafik kazası sonunda gelen ölümü için 22 yıl sonra benim anlattıklarıma dayanarak yapıştırmış hükmü: “Sadık’ı Ankara infaz etti”, bunu benim ima ettiğimi yazarak. Popülizmin nereden vuracağını kestiremezsin.

Devamı var

İbram Onsunoğlu / Barikat Online

(1) Trafik kazasından birkaç gün sonra Abdulhalim Dede’yle birlikte Susurköy bölgesindeki kaza yerine gidip inceleme (!) yapmıştık. Tabiî bizim de ilk soruşturduğumuz şey, kazanın ne kadar doğal ve ne kadar yapay (suikast) olabileceği idi. Belki haddimiz olmayarak vardığımız yargı, böyle bir kazayı planlamanın mümkün olamayacağı idi. Bize göre tesadüfî bir kaza söz konusuydu. A. Dede’nin o gün yaptığı bir gözlem: “Fıat Tipo yerine Mercedes’ini kullanmış olsaydı, kazadan sağ kurtulacaktı”. 
(2) Yüksek Kurul, bütün ilkelliğine rağmen, Halk Meclisi gibi çalışan demokratik bir yapı olduğundan ve denetlenemediğinden Takım’ın eliyle Koca Kapı tarafından sabote edildi ve dağıtıldı. 1980’li yılların ortaları. Orada kendiliğinden demokratik ve sol ilkeler geçerliydi. Türkiye’de 12 Eylül sonrası, ve tabiî Azınlıkta, Sol, bugünkü Fethullahçı gibi muamele görüyor ve hafiyeler tarafından ihbarlara konu oluyordu. Yüksek Kurul yerine bir uyduruk Danışma Kurulu yaptı Koca Kapı, az sayıda belirli kişilerden oluşan. 1990’ların başı. Sadık’ın dayatıldığı yıllar. Hasan Hatipoğlu anlatıyor. “Sadik, Danışma Kuruluna ille de ben başkan olayım diye tutturdu. Tamam be dedik, ha ol bakalım. Olup ta bir şey yapacağı mı var sanki.” Hatipoğlu hiç Sadık’ın o ilk Danışma Kuruluna başkan olmasına müsaade eder mi? Ama ne yapsın, emir büyük yerden.
(3) Bursa’da MİT 1987’lerde Sadık’ın Azınlığa lider tayin edilmesi konusunda Hafız Yaşar’dan görüş bildirmesini istediğinde, “Aman” demişti, “bu Azınlığı sakın onun arkasına takmayın. Sadık, frenleri patlamış bir BMW’ye benzer, kime çarpacağı, kimi önüne alıp sürükleyeceği ve nerede duracağı hiç belli olmaz”. Hafız Yaşar’ın ne kadar haklı çıktığını gösteren olaylardan biri de ele aldığımız televizyon programıdır.

google-news Ακολουθήστε το paratiritis-news.gr στο Google News και μάθετε πρώτοι όλες τις ειδήσεις.