Partizan

Ο Παρατηρητής της πολυφωνίας

“Evine hoş geldin”, dedi P. Haftalardır iki gece üst üste aynı yatakta yatmamış, hayatla tek sıkı bağı Whatsapp ve FaceTime olan bir “yersiz yurtsuza” söylenebilecek en kısa, en anlamlı karşılama cümlesi bu olabilirdi ancak.
“Bunu duymaya ihtiyacım vardı”, diye yanıt verdim. Beni havaalanından alıp uzaklarda bir yerlerde hiç bilmediğim bir sahil kasabasına götüreceklerdi. Manevi annem elimi sıkıca tuttu; O’nun merdivenlerden inerken yaptığı gibi parmaklarını parmaklarımın arasından geçirdi ve iki saat boyunca hiç bırakmadı.
Gecenin karanlığını bozan tek şey, dünyanın gölgesinden kurtulmaya çalışan aydan sızan zayıf ışıktı.
Belki de ortamın etkisiyle ilk kez Leonard Cohen’den dinlediğim, İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman işgaline karşı savaşan bir Fransız direnişçisini anlatan “Partizan” şarkısının sözleri düştü aklıma.
 
Almanlar sınırı geçmişti
Bana “teslim ol” dediler
Teslim olamazdım
Silahımı aldım ve karanlıkta kayboldum
Adımı yüz kere değiştirdim
Karımı ve çocuğumu kaybettim
Ama bir sürü arkadaşım vardı
Ve bazıları benimle birlikteydi
 
Yaşlı bir kadın bize evini açtı
Gece boyu bizi çatı katında sakladı
Sonra düşman askerleri geldi
Tek bir fısıltı çıkaramadan öldü
 
Bu sabah üç kişiydik
Akşam tek başınaydım
Ama devam etmeliyim
Sınırlar benim hapishanem
 
Rüzgar esiyor
Mezarların arasından esiyor
Özgürlük yakında gelecek
Ve biz saklandığımız gölgeliklerden çıkacağız
 
Durumum Fransız direnişçisi kadar kötü sayılmazdı elbette. En azından hayatım tehdit altında değildi (yoksa öyle miydi?). Evet, tıpkı Fransız direnişçi gibi ben de çocuğumu ve evimi kaybetmiştim ama bana kapılarını açacak bir sürü arkadaşım vardı.
Dünya, yedi sene boyunca ev bildiğim topraklar kadar ıssız, bana yabancı değildi.
Yine de sığındığım çatı katları, bana kucak açan arkadaşlarım içimdeki boşluğu dolduramıyordu. Saat başı çalan küçük kilisenin çanları, sahilde koşuşturan çocuklar, ayaklarımı yakan kum, birlikte kaldığım ailenin tatlı köpeği Sixto (çünkü son geldiğimizde Sixto’yla oynamıştı), her şey bana O’nu ve içimdeki boşluğu hatırlatıyordu.
Biliyordum, artık tek başınaydım.
Ve yine Fransız direnişçi gibi benim de, tek başına da olsa, yola devam etmem gerekiyordu. O’nun için. Yol arkadaşlarım ve O’nu sevenler için. “Direniş” için.
Direnişi sürdürmenin kendi de başlı başına bir mücadeleydi. Bazı geceler gözlerimi kapattığımda sadece kötü şeyleri, en çok da ölümü görüyordum. Bu yüzden gözlerimi kapatmaya korkuyordum. Bazı geceler ise hiçbir şey görmüyordum. İçimdeki boşluk ete kemiğe bürünüyor, yaşanmış güzel anların üzerini örtüyordu.
Yüzünü hatırlamaya çalışıyor, bir türlü beceremiyordum. Sanki belleğim silinmişti. Bir geçmişim olduğunu biliyor, ama kim olduğumu bilmiyordum. Neden yaşadığımı, yaşamam gerektiğini de. Direnişin kendisi, yaşamın (tek) anlamı olmamalıydı.
Belki de direnişe devam etmek, yaşama anlam katmak için henüz çok erkendi. Önce yaşadığımı anlamam gerekiyordu. Elimden düşmeyen cep telefonunun ekranına baktım. Diğer manevi annemin mesajı düştü önüme:
“Acele etme. Hiçbir şeyin seni baskı altında tutmasına izin verme. Ama denize gir mutlaka. Sana kendini hatırlatacaktır. Kendini onun kollarında dalgalanmaya bırak ve suyun ne kadar güzel olduğunu hisset.”
Manevi annemin sözünü dinledim. Suya girdim. Denizin kendine has kokusunu içime çektim. Kendimi suya bıraktım. Hafifçe dalganırken gözlerimi kıyıya çevirdim ve kıyının ardına dizilmiş beyaz evlere, küçük kiliseye, göğe uzanan yeşil tepelere baktım.
O bu çan sesini severdi, diye düşündüm. Son yolculuğuna çıktığı kilisenin çan sesini ise hiç sevmezdi.
Onun sevdiklerini ve sevmediklerini düşünerek ama O’nsuz direnmek, yaşamaya devam etmek mümkün müydü?
Şarkıda bahsedilen özgürlük bu muydu?
Kendi seçimim olmayan, bana dayatılmış bir özgürlük?
Bu sorulara cevap vermek için henüz erken sanırım.
Saklandığım gölgeliklerden çıkmam gerekecek, biliyorum.
Ama daha erken.
Çok erken.
 
Umut Özkırımlı / Ahval

google-news Ακολουθήστε το paratiritis-news.gr στο Google News και μάθετε πρώτοι όλες τις ειδήσεις.